18 Mart 2010 Perşembe

Osmanlı İmparatorluğu'nun Filistin'deki Adaletli ve Hoşgörülü Yönetimi

1514 yılında Yavuz Sultan Selim'in Kudüs'ü ve civarını fethi ile birlikte, Filistin'de yaklaşık 400 yıl sürecek Osmanlı yönetimi başladı. Bu dönem, Osmanlı'nın diğer eyaletlerinde olduğu gibi, Filistin'de de barışı, istikrarı ve 'farklı inançların birarada yaşaması'nı sağlayacaktı.

Osmanlı İmparatorluğu, 'millet sistemi' adı verilen bir düzenle yönetiliyordu ve bu sistemin en temel özelliği, farklı inançlara sahip insanlara, kendi inançlarının ve hatta hukuklarının gerektirdiği şekilde yaşama imkanı tanımasıydı. Kuran'da "Kitap Ehli" olarak tanımlanan Hıristiyanlar ve Yahudiler, Osmanlı topraklarında hoşgörü, güvenlik ve özgürlük buldular.



1514 yılında Yavuz Sultan Selim'in Kudüs ve çevresini fethetmesi ile birlikte, Filistin toprakları için 400 yıl sürecek huzur ve güvenlik dönemi başladı.
Bunun en büyük nedeni, Osmanlı'nın Müslümanlar tarafından yönetilen bir İslam devleti olmasına karşın, tebasını zorla İslamlaştırmak gibi bir amaca sahip olmamasıydı. Aksine, Osmanlı Devleti, gayrimüslimlere de güvenlik ve huzur sağlamayı, onları adaletle ve İslam idaresinden razı olacakları şekilde yönetmeyi hedefliyordu. Oysa aynı dönemlerde dünya üzerindeki diğer büyük devletler çok daha katı, baskıcı ve müsamahasız bir yönetim anlayışına sahipti. İspanya Krallığı, İber Yarımadası'nda Müslümanların ve Yahudilerin varlığına tahammül edememiş ve her iki topluma karşı büyük bir vahşet uygulamıştı. Diğer pek çok Avrupa ülkesinde Yahudilere sadece Yahudi oldukları için baskılar uygulanıyor (örneğin gettolara hapsediliyorlar), hatta kimi Yahudiler zaman zaman toplu katliamlara (pogromlara) hedef oluyorlardı. Hıristiyanlar birbirlerine karşı bile tahammülsüzlerdi; Katolik ve Protestanlar arasındaki çatışmalar, 16. ve 17. yüzyıl boyunca Avrupa'yı kan gölüne çevirdi. 1618-48 yılları arasında yaşanan '30 Yıl Savaşları', temelde Katolik-Protestan çatışmasının bir sonucuydu. Bu savaş sonucunda Orta Avrupa adeta bir harabeye döndü, sadece Almanya'da 15 milyonluk nüfusun üçte biri yok oldu.

Bu vahşetlere karşılık Osmanlı İmparatorluğu'nun ve diğer Müslüman devletlerin çok daha hoşgörülü, adil ve medeni bir yönetim kurmalarının en temel nedeni, Kuran'da bu şekilde bir yönetimin emredilmiş olmasıydı. Hz. Ömer'in, Selahaddin Eyyubi'nin, Osmanlı Padişahlarının ve daha nice Müslüman hükümdarın (bugün Batılılar tarafından da kabul ve takdir edilen) bir hoşgörü, merhamet, adalet ve medeniyet sergilemelerinin kaynağı, Allah'ın Kuran'daki emirlerine olan sadakatleriydi. İslami yönetim anlayışının temelini oluşturan bu emirlerin bazıları şöyledir:

Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)


Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 135)


Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. (Mümtehine Suresi, 8)
Mü'minlerden iki topluluk çarpışacak olursa, aralarını bulup-düzeltin. Şayet biri diğerine tecavüzde bulunacak olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın; eğer sonunda (Allah'ın emrini kabul edip) dönerse, bu durumda adaletle aralarını bulun ve (her konuda) adil davranın. Şüphesiz Allah, adil olanları sever. (Hucurat Suresi, 9)



Osmanlı'nın son dönemindeki Filistin üzerine yapılan araştırmalar, bölgede ticaretin, sanayinin ve refah düzeyinin çok ileri düzeyde olduğunu ortaya koymaktadır.

Siyaset literatüründe "iktidar dejenere eder ve mutlak iktidar da mutlak olarak dejenere eder" şeklinde bir söz vardır. Bununla, siyasi iktidarı ele geçiren herkesin, bu iktidarın sağladığı imkanlar sonucunda ahlaki yönden dejenere olduğu ifade edilir. Bu kural gerçekten de insanların çoğu için geçerlidir. Çünkü bu çoğunluk, ahlakını kendi üzerindeki toplumsal yaptırımlara göre belirler. Bir başka deyişle, toplumun kınamasından veya cezalandırmasından korktuğu için ahlaksızlıklardan veya suçlardan geri durur. İktidar ise onlara güç sağlar ve toplumun yaptırımını azaltır. Bunun sonucunda da dejenere olur, yani ahlaktan kolayca taviz verir hale gelirler. Eğer ellerinde mutlak bir güç varsa, yani bir ülkenin mutlak hakimi olurlarsa, kibirlerini tatmin etmek için her yolu deneyebilirler.

Bu 'dejenerasyon kuralı'nın geçerli olmadığı tek insan modeli, Allah'a samimi olarak iman eden, Allah'tan korkup sakınan ve O'nun rızası için dine sarılan insanlardır. Ahlakları topluma bağlı olmadığı için, en mutlak iktidar dahi onları etkilemez. Bir Kuran ayetinde şöyle buyrulmuştur:

Onlan ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılar, zekatı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir. (Hac Suresi, 41)


Allah Kuran'da bu ideal hükümdar modeline örnek olarak Hz. Davud'u vermiş, onun, kendisinden hüküm sormaya gelen insanlar arasında hükmederken dahi, bir yandan büyük bir teslimiyet ve boyun eğicilik içinde Allah'a dua edip yalvarmasını örnek göstermiştir. (Sad Suresi, 24)


İslam tarihinin adaletli, müşfik, mütevazi ve olgun hükümdarlarla dolu olması, Allah'ın Müslümanlara Kuran'da öğrettiği bu ahlaktan kaynaklanmaktadır. Müslüman bir yönetici Allah'tan korktuğu için, kendisine verilen hiçbir imkan ve iktidar, onu dejenere etmez, şımartmaz, kibirlendirip zalimleştirmez. Elbette İslam tarihinde de İslam ahlakından uzaklaşarak 'dejenere olmuş' yöneticiler ortaya çıkmıştır, ama bunların hem sayısı hem de etkisi sınırlıdır. Sonuçta İslam, son 2000 yıldır dünyaya adaletli, hoşgörülü, müşfik bir yönetim tarzı sunan tek inanç sistemi olmuştur.



Osmanlı fethettiği her bölgeye huzur, istikrar ve medeniyet götürüyordu. Bugün Filistin topraklarının dört bir yanında Osmanlı döneminden kalma çeşmeler, köprüler, hanlar, camiler bulunmaktadır.

Bugüne kadar pek çok farklı inanç ve düşüncelerin etkisini yaşamış olan Filistin toprakları, İslam'ın adil ve hoşgörülü yönetiminin adeta bir sergi alanıdır. Başta da belirttiğimiz gibi, Hz. Ömer'in, Selahaddin Eyyubi'nin veya Osmanlı padişahlarının yönetimi, gayrimüslimleri dahi razı ve mutlu edecek şekilde olmuştur. Filistin ve Kudüs'teki bu adil yönetim, 20. yüzyıla kadar devam etmiş, ancak bölgenin 1917'de Müslüman hakimiyetinden çıkmasından sonra karmaşa, savaş, terör ve katliamlar yeniden başlamıştır.

Osmanlı dönemi, Ortadoğu topraklarına huzur, bolluk ve refah getirmiş, her üç dinin merkezi konumundaki Kudüs, tarih boyunca en uzun istikrar dönemini Osmanlılar zamanında yaşamıştır. Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar tüm mezhepleri ile birlikte, kendi inançları doğrultusunda, diledikleri gibi ibadetlerini yerine getirmişler, kendi örf ve adetlerini yaşamışlardır. Bunun nedeni de Osmanlı'nın ele geçirdiği bölgelere nizam, adalet, barış, refah ve hoşgörü götürmeyi İlahi bir görev sayan bir anlayışla yönetilmesidir.

Pek çok tarihçi ve siyaset bilimci de bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Bu kişilerden birisi de dünyaca ünlü Ortadoğu uzmanı Edward Said'dir. Kudüslü Hıristiyan bir aileden gelen ve Amerikan üniversitelerinde çalışmalarını sürdüren Edward Said, İsrail'de yayınlanan Ha'aretz gazetesinin kendisiyle yaptığı bir röportajında Ortadoğu'da kalıcı bir barışın inşa edilebilmesi için 'Osmanlı Millet Sistemi'niönermiştir. Said'in yorumu şöyledir:


Osmanlı, gittiği heryere nizam, hoşgörü ve barış götürmüştür.
Arap dünyasında diğer azınlıklar nasıl yaşayabiliyorsa, (Araplar arasındaki) bir Yahudi azınlığın yaşaması da mümkündür... Bu, Osmanlı İmparatorluğu altında gayet iyi işlemiştir. Onların sistemi, şu an sahip olduğumuzdan çok daha insancıl gözükmektedir.

Gerçekten de Filistin'in Osmanlı yönetiminden çıkmasının ardından, ülke bir daha 'insancıl' bir yönetim görmemiştir. İngilizler iki dünya savaşı arasındaki dönemde bir yandan Arapları böl-yönet stratejisiyle ezmiş, bir yandan da sonradan kendilerine de zarar verecek olan Siyonizmi güçlendirmişlerdir. Siyonizm Arapların tepkisiyle karşılaşmış ve Filistin 1930'lardan itibaren iki halk arasında çatışmalara sahne olmuştur. Siyonistler Araplara karşı savaşmak üzere terör örgütleri kurmuş, bir süre sonra bunlarla İngilizleri de vurmaya başlamışlardır. İngiltere başa çıkamadığı ülkeyi 1947'de terk etmiş, ardından 'çatışma' savaşa dönüşmüş ve halen sürmekte olan İsrail işgalleri ve katliamları başlamıştır.

Ortadoğu'nun tekrar 'insancıl' olabilmesi için, Yahudilerin Siyonist ideolojiyi terk etmeleri ve 'sadece Yahudilere ait bir Filistin' hedefinden vazgeçip 'Araplarla birarada eşit şartlarda yaşamayı' kabul etmeleri zorunludur. Arapların ise -bazılarınca benimsenmiş olan- 'İsrail'i denize dökmek, tüm Yahudileri kılıçtan geçirmek' gibi İslam dışı hedefleri terk edip, 'Yahudilerle birarada yaşamayı' kabul etmeleri gerekmektedir. Bu, Edward Said'in de belirttiği gibi Osmanlı millet sisteminin yeniden hayata geçirilmesi demektir ve sorunun tek çözümüdür. Ancak bu sistem tesis edilirse bölge halkları huzur ve barış içinde bir hayat yaşayabilirler. Türk Milleti'nin önderliğinde kurulacak olan bu sistem geçmişte bölgeye nasıl bir refah getirdiyse, bugün de aynı refah ve barış ortamını oluşturacaktır.

Son bölümde bu çözümün detaylarını inceleyeceğiz. Şimdi bu çözüme gelmeden önce, biraz daha eskilere gidelim ve Filistin'in, İslam idaresinden çıktıktan sonra yaşamaya başladığı zulüm ve karmaşanın tarihini inceleyelim.

Türkiye, 15.4.95

Türkiye, 7.01.96

Zaman, 30.8.01

Türkiye, 8.10.01

Akşam, 8.11.01

Ortadoğu, 10.11.01
Ortadoğu, 10.11

Günümüzde pek çok siyaset ve tarih bilimci, Osmanlı modelinin Ortadoğu sorunun çözümü için çok önemli bir örnek teşkil ettiğini belirtmektedir.