18 Mart 2010 Perşembe

İSRAİLLİLERE ÇAĞRI



İsrail ordusu, Filistinli sivillerin yerleşim birimlerini acımasızca bombalıyor, çocuklara ateş açıyor, Filistin'i yaşanmaz hale getirmeye çalışıyor. Filistinli bazı radikaller ise, İsrail'in sivil halkını hedef alıyor, masum çocukları veya kadınları hedef alan korkunç intihar saldırıları ile dehşet saçıyorlar.

Müslümanlar olarak bizim temennimiz, her iki tarafın da öfkesinin ve nefretinin dinmesi, akan kanların durması ve Ortadoğu'ya barış gelmesidir. İsraillilerin masum insanları vurmasına da, bazı radikal Filistinlilerin teröre başvurarak masum İsraillileri bombalamasına da karşıyız.

Bizce bu çatışmaların sona ermesinin ve Ortadoğu'ya gerçek bir barış gelmesinin en önemli şartı, her iki tarafın da kendi inançlarını samimi ve doğru bir şekilde anlaması ve uygulamasıdır. Çünkü İsrail-Filistin çatışması, Yahudiler ve Müslümanlar arasındaki bir "din savaşı" kimliğine bürünmüş durumdadır. Oysa böyle bir din savaşının yaşanması için hiçbir neden yoktur. Yahudiler ve Müslümanlar, aynı şekilde Allah'a inanan, aynı peygamberleri seven ve sayan, aynı ahlaki prensiplere sahip olan insanlardır. Birbirlerine düşman değildirler; aksine ateizmin ve din düşmanlığının yaygın olduğu bir dünyada birbirlerinin müttefikidirler.

Bu temel prensip üzerine, İsraillilere (ve tüm Yahudilere) çağrıda bulunuyoruz:
1) Müslümanlar ve Yahudiler, tüm evrenin ve canlıların Yaratıcısı olan tek bir Allah'a inanmaktadırlar. Hepimiz Allah'ın kullarıyız ve O'na döneceğiz. O halde neden birbirimize düşman olalım? İnandığımız kutsal kitaplar birbirinden farklıdır; ama hepimiz o kitaplara Allah'ın vahyi olduğuna inandığımız için uyuyoruz. O halde neden birbirimize cephe alalım?

2) İsrailliler Müslümanlar yerine, ateist veya putperest insanlarla mı birarada yaşamayı tercih ederlerdiı Kitab-ı Mukaddes, putperestlerin Yahudilere yaptıkları korkunç zulümleri anlatan pasajlarla doludur. Ateist ve dinsizlerin (örneğin Nazilerin, antisemit ırkçıların veya Stalin Rusyası gibi komünist rejimlerin) Yahudilere uyguladıkları korkunç soykırım ve zulümler de ortadadır. Söz konusu dinsiz güçler, Yahudilerden Allah'a inandıkları için nefret etmişler ve bu yüzden onlara zulmetmişlerdir. Hem Müslümanlara hem de Yahudilere düşman olan söz konusu ateist, komünist veya ırkçı güçlere karşı, iki dinin mensupları aynı safta değil midir?

3) Müslümanlar ve Yahudiler, aynı peygamberleri sevmekte ve saymaktadırlar. Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yusuf, Hz. Musa veya Hz. Davud Yahudiler için ne kadar önemli ise, Müslümanlar için de en az o kadar önemlidir. Bu mübarek insanların üzerinde yaşadıkları ve Allah'a hizmet ettikleri topraklar, Yahudiler için ne kadar kutsal ise, Müslümanlar için de en az o kadar kutsaldır. O halde neden bu toprakları gözyaşına ve kana boğalım?

4) İsrail'in temel değerleri biz Müslümanlar için de kutsaldır. "İsrail" kelimesi, Kuran'da övgüyle anlatılan ve tüm Müslümanların saygıyla andıkları Hz. Yakub'un ismidir. Hz. Davud'un altı köşeli yıldızı, bizim için de bir peygamber sembolüdür. Sinagoglar, Kuran'a göre Müslümanların koruması gereken ibadethanelerdir. (Hac Suresi, 40) Şu halde iki dinin mensupları, neden birarada ve barış içinde yaşamasınlar?

5) Tevrat Yahudilere yeryüzünde toprak işgal etmeyi ve kan dökmeyi değil, barış ve huzur sağlamayı emretmektedir. İsrail soyu "milletler üzerine bir ışık" olarak tarif edilmektedir. Haham Dovi Weiss'in dediği gibi;
Sonsuz Kudret Sahibi Allah, Yahudi halkına, dünyanın üstündeki tüm insanlarla ve uluslarla barış içinde yaşamayı emretmiştir. Bizim görevimiz kolaydır: Her zaman için Yaratıcıya mütevazice kulluk etmek. Tevrat'a inanan Yahudiler olarak, hangi insan veya insan grubu acı çekerse, onlara merhamet hissetmek ve göstermekle sorumluyuz.


Yahudiler de Müslümanlar da aynı Allah'a iman etmişlerdir. Samimi iman eden İsrail askerlerinin, Allah'ın masumların canına kıymayı, şiddete ve zulme başvurmayı yasakladığını, hoşgörülü, anlayışlı ve barışsever olmayı emrettiğini
unutmamaları gerekir.

Filistin topraklarında üç İlahi dinin mensuplarının kutsal kabul ettiği mekanlar bulunmaktadır. Bu bölgede kan, gözyaşı ve husumetin yerini sevgi, merhamet ve barışın alması Allah'a iman eden herkes için bir sorumluluktur.

Eğer İsrailliler Filistinlilere bugün davrandıkları gibi davranmaya devam ederlerse, bunun hesabını Allah'a veremeyebilirler. Masum sivil İsraillileri öldüren Filistinliler de, bu cinayetlerinin hesabını veremeyebilirler. Her iki tarafı da şeytani bir şiddete sürükleyen bu çatışmalara bir son vermek, Allah'ın rızasının gereği değil midir?

Yahudileri tüm bu gerçekler üzerinde düşünmeye davet ediyoruz. Allah biz Müslümanlara, Yahudileri ve Hıristiyanları "ortak bir kelimeye" davet etmeyi emretmiştir:

De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim. (Al-i İmran Suresi, 64)



Filistinli Müslümanlar, samimi Yahudiler ve Hıristiyanlar çatışmalaırn yerini barışın ve güvenliğin almasını istiyorlar. Bunun için hep birlikte dua ediyorlar.

Bizim, Kitap Ehli olan Yahudilere çağrımız da budur: Allah'a iman eden ve O'nun vahyine itaat eden insanlar olarak, gelin ortak bir "iman" kelimesinde birleşelim. Hepimiz Yaratıcımız ve Rabbimiz olan Allah'ı sevelim. O'nun emirlerine uyalım. Ve Allah'ın bizi daha da doğruya eriştirmesi için dua edelim. Birbirimize ve yeryüzüne husumet, gözyaşı ve kan değil, sevgi, merhamet ve barış getirelim.

Filistin sorununun ve dünyadaki daha diğer pek çok kavganın çözümü burada yatmaktadır. Gelin, hep birlikte bu çözüme ulaşalım. Öldürülen ve acı çeken bunca masum insan, bunun son derece acil bir görev olduğunu her gün bize hatırlatan bir işarettir.

Filistin Sorunu Nasıl Çözülür?



Yukarıda belirttiğimiz hoşgörü ve ılımlılık prensipleri içinde, son 50 yıldır Ortadoğu'yu kana bulamış olan Filistin sorununun çözümü de mümkündür. Bu konuda kurulması gereken barış, bizce şu iki şarta dayanmalıdır:

1) İsrail, Doğu Kudüs de dahil olmak üzere, 1967 Savaşı'nda işgal ettiği tüm topraklardan geri çekilmeli, o zamandan bu yana süren işgale bir son vermelidir. Bu, hem uluslararası hukukun, hem bu konuda yayınlanmış Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararlarının, hem de adalet kavramının bir gereğidir. Tüm Batı Şeria ve Gazze, bağımsız Filistin Devleti'nin toprakları olarak tanınmalıdır.

2) Her üç İlahi dinin de önemli mabetlerinin yer aldığı Doğu Kudüs Filistin yönetimine verilmeli, ancak bu şehir özel bir statüye sahip olmalı ve her üç dinin insanlarının rahatça, barış ve huzur içinde serbestçe ziyaret edebilecekleri, kendi mekanlarında ibadet edebilecekleri bir barış kentine dönüştürülmelidir. Bu şartlar gerçekleştirildiğinde, hem İsrailliler hem de Filistinliler bir diğerinin yaşama hakkını tanımış, Filistin topraklarını paylaşmış ve en büyük tartışma konusu olan Kudüs'ün statüsü de her üç dinin mensuplarını tatmin edecek şekilde çözülmüş olacaktır.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde, burada kısaca özetlediğimiz bakış açısını koruyarak, Filistin sorununu tarihten bugüne ele alacak ve analiz edeceğiz. Temennimiz; 50 yılı aşkın bir süredir kesintisiz devam eden husumetlerin, önyargıların, cinayetlerin, katliamların sona ermesi; mazlum Filistin halkının, hak ettiği barış, güvenlik ve refah içinde yaşamasını sağlayacak bir vatana kavuşması; İsrail'in de hem bölge halklarını hem de kendi Yahudi vatandaşlarını mağdur eden saldırgan, işgalci ve mütecaviz politikasından vazgeçerek, 1967 yılına kadar geçerli olan meşru sınırları içinde tüm komşuları ile barış yaparak güvenlik içinde yaşamasıdır.

GİRİŞ



Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı hakimiyetinden çıkan Filistin, bu dönemden sonra bir daha barış ve huzura kavuşamadı. Yaklaşık bir asırdır binlerce masum insan İsrail terörünün, katliamlarının, kıyımlarının ve işkencelerinin sonunda hayatını yitirdi. Pek çok insan sakat kaldı. Hiçbir suçu olmayan milyonlarca Filistinli evlerinden ve yurtlarından sürülüp, mülteci kamplarında, açlık sınırında, sefalet içinde yaşamaya mahkum edildi. Tüm dünyanın gözleri önünde halen devam eden bu baskı ve zulme kalıcı bir çözüm getirilebilmesi ve bölgede hasretle beklenen barışın inşa edilebilmesi için bugüne kadar yapılan tüm girişimler hep başarısızlıkla neticelendi. Batılı devletlerin gözetiminde yapılan suni barış süreçlerinin ise, İsrail'e yeni katliamlar yapması için zaman kazandırmaktan başka bir işe yaramadığı zaman içinde ortaya çıktı.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Filistin'de yaşanan olaylar bir Arap-İsrail Savaşı'ndan çok daha öte anlamlar ifade etmektedir. Filistin'de, hakları ve toprakları işgalci İsrail güçleri tarafından zorla gasp edilmiş Müslüman halkın var olma mücadalesi vardır. Üstelik söz konusu mücadelenin geçtiği topraklar İslam'a göre kutsal mekanların bulunduğu topraklardır. Müslümanların ilk kıblesi olan ve Peygamber Efendimiz'in mucizevi "mirac" yolculuğunun gerçekleştiği Kudüs, Müslümanlar açısından Filistin'in önemini bir kez daha artırmaktadır. Ayrıca Filistin yalnız Yahudiler ve Müslümanlar için değil, Hıristiyanlar için de kutsaldır. Dolayısıyla Filistin topraklarını özellikle de Kudüs'ü tek bir dinin hakimiyeti altında tutmaya çalışmak, sadece bir dinin mensuplarına varlık hakkı tanımaya kalkışmak büyük yanılgıdır. Filistin her üç İlahi dinin mensuplarının birarada, huzur içinde yaşayabilecekleri, ibadetlerini diledikleri gibi yerine getirebilecekleri bir toprak olmalıdır.

Ne var ki bugün Filistin'de iki toplum arasında acımasızca bir mücadele devam etmektedir. Bir yandan tam teçhizatlı İsrail ordusu Filistin halkına karşı toptan bir imha operasyonu yürütmekte, öte yandan Filistinli radikal gruplar İsrailli savunmasız insanlara karşı intihar eylemlerinde bulunmaktadır. Mevcut sorunları şiddete başvurarak çözmeye çalışmanın ne kadar büyük bir hata olduğu ve çözümün ne şekilde gerçekleştirilebileceği kitabın ilerleyen sayfalarında ele alınacaktır.

Ancak bu aşamada göz ardı edilmemesi gereken önemli bir gerçek vardır. O da Müslüman Filistin halkının tüm dünyanın gözleri önünde ezilip zulüm görmekte olduğu. Filistin'de sivil halk her gün tam teçhizatlı İsrail askerlerinin kurşunlarına hedef olur, milyonlarca insan onlarca yıldır mülteci kamplarında açlık ve sefalet içinde yaşar, kadınlar da dahil pek çok Müslüman İsrail hapishanelerinde türlü işkencelere maruz kalırken, Allah'a inanan ve ahiret gününün hesabından korkan her Müslümanın yerine getirmesi gereken çok büyük yükümlülükler vardır. Bu yükümlülüklerin en başında ise, yeryüzünde yaşanan her türlü haksızlık ve adaletsizliğin temelini oluşturan dinsizlik ile fikri alanda gereği gibi mücadele etmek gelmektedir.
Unutmayın ki, siz bu satırları okurken Filistin'de yaşayan ve topraklarını terk etmemek için büyük bir mücadele veren binlerce zayıf bırakılmış insanın mücadelesi, tüm şiddeti ile devam ediyor olacak. Belki işgalci İsrail kuvvetleri Filistin kentlerini veya mülteci kamplarını bombalıyor olacaklar. Veya çocuklar okullarına helikopterlerin açtığı ateş altında gidiyor, bundan elli yıl önce evlerinden ve topraklarından zorla çıkarılmış olan aileler ise hala kamplarda binbir güçlük altında yaşamlarını devam ettirmeye çalışıyor olacaklar. Gazze'nin, Batı Şeria'nın, Doğu Kudüs'ün herhangi bir yerinde, herhangi bir köşesinde Filistinliler, "Müslüman" oldukları için, baskı ve zulüm görüyor olacaklar.

Bu nedenle vicdan sahibi her insanın bu durumu göz önünde bulundurması gerekmektedir. Bu zulmün ve acımasızlığın haberlerini her gün gazetelerden okuyor, televizyonlardan izliyorken hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya devam etmenin sorumluluğu kuşkusuz büyük olur. Nitekim Kuran'da Allah vicdanının sesini dinleyen ve iman eden her insana bu sorumluluğunu hatırlatmakta ve zayıf bırakılmış olanlar için mücadele etmeleri gerektiğini bildirmektedir:

Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve 'Rabbimiz bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla' diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)

Bu emri bilen ve zulüm gören insanların yardımına koşmak isteyenlerin üzerine düşen sorumluluk ise "Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle bildirilmektedir. Bu sorumluluk, tüm dünyayı Allah'a iman etmeye, din ahlakının getirdiği güzellikleri yaşamaya davet etmek ve Kuran ahlakının karşısında yer alan din düşmanı ideolojilerle fikri bir mücadele yapmaktır. 

YAHUDİLERE BAKIŞ



Bu blokta eleştirilen ve karşı çıkılan, Yahudi dini veya Yahudi ulusu değil, ırkçı Siyonist ideoloji ve bu ideolojinin savunucularıdır. Çünkü bugün Filistin'de yaşananlar Siyonist ideolojiyi benimsemiş liderlerin, bu ideoloji doğrultusunda yaptıkları uygulamalardan başka bir şey değildir. Okul bahçesinde oynayan çocukların üzerine füze yağdıran, bahçelerinde ürün toplayan kadınları kurşun yağmuruna tutan, işkence, şiddet ve çatışmayı Filistin'de günlük hayatın bir parçası haline getiren güç, Siyonist ideolojidir...

Bununla birlikte günümüzde dünya genelinde pek çok düşünür, siyaset ve tarih bilimci de Siyonist ideolojinin karşısında yer almaktadır. Siyonizme ve İsrail Devleti'nin Siyonist uygulamalarına yönelik eleştirileri ile tanınan bu düşünürler ve yazarlar arasında pek çok Hıristiyan gibi, Yahudi dinine mensup ve İsrail üniversitelerinde görev yapan akademisyenler de bulunmaktadır. Kudüslü bir Hıristiyan aileye mensup olan Edward Said, İsrail'in Filistin halkına karşı uyguladığı şiddeti eleştiren ve bölgeye barışın getirilmesinin ancak İsrail'in Siyonist ideolojiden vazgeçmesi ile mümkün olabileceğini savunan ünlü Ortadoğu uzmanlarındandır. Kendisi de bir Yahudi olan Noam Chomsky ise yazılarının ve kitaplarının büyük çoğunluğunda Siyonizmi ve Siyonizme destek veren ülkelerin politikalarını eleştirmektedir.


İsrail Terörüne Sağduyulu İsrailliler de Karşı


Kendilerine 'yeni tarihçiler' adını veren bir grup Yahudi akademisyen ise, 80'li yılların başından bu yana İsrail devlet politikasının üzerine kurulu olduğu sözde 'kutsal yalanları' dile getirmekte ve bu yalanlarla ilgili gerçekleri açıklamaktadır. Benny Morris, Ilan Pappe, Avi Shlaim, Tom Segev, Baruch Kimmerling, Simha Flappan ve Joel Miqdal gibi akademisyenlerin oluşturduğu bu grup, Siyonist düşünceye sahip Yahudilerden de tepki görmektedir. Arapların Yahudilerden aşağı bir ırk oldukları, İsrail'in düşmanlarla çevrili bir bölgede ayakta kalmaya çalışan küçük bir ülke olduğu, Filistinlilerin İsrail'i yok etmek isteyen teröristler olduğu ve bu gözü dönmüş teröristlerin her türlü müdaheleyi hak ettikleri gibi sözde 'kutsal yalanlar', bu kişilerin yıllardır üzerinde durdukları konulardır. Örneğin yeni tarihçilerin en önemli isimlerinden Tom Segev "bizim gerçek bir tarihimiz yok, sadece mitolojimiz var" şeklindeki sözleriyle İsrail Devleti tarafından oluşturulan tarihe bakış açısını ortaya koymaktadır. Eskiden sadece İslam dünyası tarafından dile getirilen bu haklı eleştiriler, bugün tarihi tarafsız olarak değerlendiren pek çok Yahudi ve Hıristiyan akademisyen tarafından da yüksek sesle ifade edilmektedir.

Siyonizmi 19. yüzyılın ırkçılığa dayalı sömürgeci ideolojilerinden biri olarak gören ve Siyonist ideolojinin neden olduğu vahşetin izlerine şahit olan bu kişiler, 'İsrail'in kendisini yok etmek isteyen düşmanlarla çevrili, küçük ve yalnız bir ülke' olduğu efsanesinin hiçbir gerçeklik payı içermediğini dile getirmektedirler. Nitekim İsrail bugüne kadar uygulamaları ile pasif ve sadece kendisini savunmaya çalışan küçük bir ülke değil, son derece saldırgan ve baskıcı politikalar izleyen işgalci ve şiddet yanlısı bir devlet olduğunu ispatlamıştır.

İsrail Ha'aretz gazetesi yazarlarından olan Gideon Levy, Profesör Benny Morris'in Correcting A MistakeJews and Arabs in Palestine/Israel, 1936-1956, (Bir Hatayı Düzeltmek: Filistin/İsrail'de Araplar ve Yahudiler, 1936-1956) adlı kitabı üzerine yazdığı makalesinde, İsrail'in 'kutsal yalanları'nın deşifre edilmesini savunmuştur. Morris'in kitabında dile getirilen ve şahitlerin ifadeleri ve gizli tutanak kayıtları ile ispat edilen Siyonist vahşetin detaylarını okuduktan sonra Levy duygularını şöyle dile getirmiştir:

Biz çok iyiyiz (ve çok kötü şeyler yaptık). Biz çok haklıyız (ama pek çok haksızlığa sebep olduk). Biz çok güzeliz (ama icraatlarımız pek çok çirkinliğe aracı oldu). Ve bizler çok masumuz, ama çok fazla yalan söyledik – kendimize ve dünyaya yalanlar ve sadece yarı doğru bilgiler aktardık. Bizlere gerçekler söylenmedi, bize sadece iyi olan yönlerimiz öğretildi. Ama herşeyin ötesinde bizim hiç haberimiz olmayan pek çok karanlık bölüm var.



İsrael Shahak'ın Yahudi tarihini farklı bir bakış açısıyla ele aldığı Jewish History, Jewish Religion and the Weight of Three Thousand Years (Yahudi Tarihi, Yahudi Dini ve Üç Bin Yılın Ağırlığı) adlı eseri.
Polonya doğumlu bir Yahudi olan ve 40 yıldan uzun bir süre İsrail'de yaşamış ve 2001 yılında hayatını kaybetmiş olan kimya profesörü Israel Shahak da, İsrail'in insan haklarını ihlal eden Siyonist uygulamalarını eleştiren ünlü yazarlardan birisidir. Shahak, Jewish History, Jewish Religion and the Weight of Three Thousand Years(Yahudi Tarihi, Yahudi Dini ve 3 Bin Yılın Ağırlığı) adlı kitabında Siyonizmin tüm dünya halkları için nasıl büyük bir tehdit unsuru olduğunu şöyle dile getirmektedir:

Bir Yahudi devleti olarak İsrail sadece kendisi ve komşuları için bir tehlike unsuru olarak kalmamakta, dünyadaki tüm Yahudiler, Ortadoğu'da veya diğer bölgelerdeki tüm dünya ülkeleri ve milletleri için büyük bir tehlike içermektedir.

"İsrail'de en nefret edilen İsraillilerdenim" diyen Ilan Pappe de yeni tarihçilerin görüşünü paylaşan ünlü Yahudi akademisyenlerden birisidir. Kendisi ile yapılan bir röportajda, İsraillilerin neden Filistin halkına yapılan zulmü fark edemedikleri sorulduğunda verdiği cevap oldukça düşündürücüdür:

Bu aslında daha çocuk yuvalarında başlayan, Yahudi kız ve erkeklerini bütün hayatları boyunca takip eden, çok uzun bir fikir aşılama sürecenin meyvesidir. Böylesine güçlü bir aşılama mekanizması ile inşa edilen bir fikri söküp atmanız çok zordur. İlkel, neredeyse henüz var olmamış ve düşman olan diğer insanlara karşı faşist bir bakış açısı kazandırır. O bir düşmandır ve ilkel olduğu, Müslüman ve anti-semit olduğu için düşmandır, yoksa bizler onun topraklarını işgal ettiğimiz için değil.


İsrailli çocukların büyük çoğunluğu çok küçük yaşlardan itibaren Siyonist ideolojiyi öğrenmeye başlarlar. Ancak bu ideolojinin ırkçı anlatımlarının gençler üzerinde çok olumsuz etkisi olmaktadır.

Tüm bu düşünür, stratejist ve yazarların tek ortak yönleri Siyonist ideolojiye karşı olan düşünce ve çalışmaları değildir. Bu kişilerin en önemli ortak paydalarından birisi de hepsinin antisemit olmakla suçlanmalarıdır. Bugüne kadar Filistin'de yaşananları tarihi gerçekler ve belgelerle ele alan ve Siyonizmi eleştiren her türlü makale, kitap ve bu çalışmaları yapan kişiler antisemit olmakla itham edilmişlerdir. Bunun en son örneği de İngiliz BBC kanalı olmuştur. 1982 yılında Sabra ve Şatila kamplarında gerçekleştirilen katliamla ilgili bir belgesel yayınlayan kanal yöneticileri ve programı hazırlayan ekip, İsrail Devleti tarafından antisemitizmle suçlanmıştır.

Aslında bu, Siyonistler ve Siyonizme sempati duyanlar tarafından kullanılan bir etkisizleştirme ve karalama yöntemidir. Hatta Siyonistler, Siyonizmi eleştiren Yahudileri karalamak için de bir kavram üretmişlerdir: 'Self-hating Jew' (Kendi benliğinden nefret eden Yahudi). İsrail'i eleştiren Yahudileri bu kavramla ifade eder ve böylelikle onları psikolojik olarak sorunlu birer "vatan haini" gibi lanse ederler. Bu suçlamaları öne sürerken Siyonistlerin amacı, kuşkusuz Siyonizm karşıtı çalışmaları baltalamaktır.

Oysa bu gibi 'ırkçılık' temelli suçlamalar, özellikle Müslümanlara karşı yöneltildiğinde son derece yersiz ve mantıksız bir suçlama halini almaktadır. Çünkü Müslümanların inançları gereği herhangi bir ırkçı görüşü ve düşünceyi savunmaları mümkün değildir. Nitekim tarih de bunun kanıtıdır. Avrupa tarihinde görülen ve dini taassuptan kaynaklanan engizisyon uygulamaları veya ırkçı fikirlerden doğan antisemitizm hiçbir zaman İslam dünyasında görülmemiştir. Yahudilerle Müslümanlar arasında 20. yüzyılda Ortadoğu'da doğan çatışma ve huzursuzluk ise, bazı Yahudilerin din dışı, ırkçı bir ideoloji olan Siyonizmi benimsemelerinden kaynaklanmıştır ki, bunun sorumlusu Müslümanlar değildir.

İsrail Askerleri İşgal Altındaki Topraklarda Görev Yapmayı Reddediyor


1967 Savaşı'ndan sonra İsrail'in önde gelen aydınlarından Yeshayahu Leibowitz, İsrail'in işgal ettiği topraklardan mutlaka çekilmesi gerektiğini, eğer bu gerçekleşmezse akan kanın hiçbir zaman durmayacağını belirtmişti. Leibowitz'e göre, işgal altındaki topraklarda görev yapan İsrail askerleri arasından 500 kişinin "biz burada görev yapmak istemiyoruz" diyerek geri çekilmeye cesaret edebilmesi, İsrail toplumuna yıkımdan başka bir şey getirmeyecek olan bu işgali sona erdirmenin belki de tek yolu idi.

Aksa İntifadası'nın şiddetlendiği günlerde bir grup İsrail askeri, Leibowitz'in ortaya attığı bu fikri hayata geçirdi. Ocak ayının ortalarında, yaklaşık 25 askerin ortak imzası ile İsrail basınında yer alan bir açık mektup, bu askerlerin işgal altındaki topraklarda görev yapmayı reddettiklerini bildiriyordu. Aslında askerlerin bu çıkışı, İsrail ordusunda ilk defa rastlanılan bir durum değildi. 1982 yılında Lübnan'ın işgali sırasında yine bir grup -ancak sayıca bugünkünden daha az- asker Lübnan'da sivil halka karşı girişilen soykırımın bir parçası olmak istemediklerini söyleyerek İsrail ordusunda görev yapmayı reddetmişlerdi. Hareketlerini Yesh Gvul (Herşeyin Limiti Var) olarak adlandıran bu askerlerin girişimleri askeri cezaevine gönderilmeleri ile neticelenmişti. 2002 yılı Ocak ayında açıklamalarını yapan askerler ise henüz bir cezai müeyyide ile karşılaşmadılar ve Şubat ayı itibarı ile sayıları 250'yi buldu. Üstelik bu defa barış hareketlerinden, sivil toplum örgütlerinden, din adamlarından, İsrail ve Filistin halkından da büyük destek gördüler. 2004 Şubat ayı itibariyle ise, vicdanlarının sesini dinleyip işgal altında görev yapmayı reddeden İsrailli askerlerin sayısı 1200'ü geçti.

Askerler yaptıkları açıklamada İsrail ordusunun işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilere acımasızca ve insafsızca davrandığını, yaşananların insanlık onuruna aykırı olduğunu ve üstelik bunun İsrail'i savunmakla hiçbir ilgisinin olmadığını söylüyor ve şöyle devam ediyorlardı: "1967'den sonra belirlenen sınırların ötesinde, işgal etmek, insanları yurdundan sürmek, onları açlığa mahkum etmek ve bir toplumun tümünü aşağılamak için görev yapmayacağız."

Açıklamaya imza atan askerlerden Shuki Sadeh, bir İsrail gazetesine yaptığı açıklamada İsrail askerlerinin Filistinli çocuklara öldürmek için ateş ettiklerine şahit olduğunu anlatıyor ve bu olayı yaşarken hissettiklerini şu şekilde dile getiriyordu: "Beni asıl kızdıran şey, askerlerin 'İşte bir Arap daha temizlendi' demeleri oldu."

Teğmen Ariel Shatil de, "önce Filistinliler ateş ediyor, İsrail askerleri ise kendilerini korumak için ateş ediyorlar" iddiasına, yaşadığı olayları anlatarak şöyle cevap vermekteydi: "Ateşi biz başlatıyorduk, onlar da cevap vermek zorunda kalıyorlardı." Askerler bölgede görev yapmaya devam eden arkadaşlarını uyarmak için hazırladıkları broşürde ise onlara şöyle sesleniyorlardı:

Yargısız infazlara (ordudaki deyimi ile buharlaştırmaya) dahil olduğunuz zaman, halkın evlerini yıktığınız zaman, sivil ve silahsız kişilere ateş açtığınız zaman, zeytin ağaçlarını söktüğünüz zaman, yiyecek ve ilaç teminine engel olduğunuz zaman, uluslararası kanunlarca suç olarak belirlenmiş eylemleri yapmış oluyorsunuz.
Görev yapmayı reddetme kararını vermesi oldukça uzun bir süre alan Assaf Oron adlı asker ise, bu topraklarda görev yaptığı müddetçe çok vahşi uygulamalara tanıklık ettiğini belirtmekteydi. Oron yaşadıklarını ve çözümün ne olduğunu şöyle anlatmaktaydı:

Gazze'ye giderken askerler otobüste, birbirlerine 'kahramanlık' hikayeleri anlatıp İntifada'da hangisinin en iyi dayağı attığı konusunda (unutanlar için hatırlatmakta fayda var, dayak öldürene kadar dövmek anlamına gelmektedir) birbirleri ile yarışıyorlardı. Zaman geçtikçe mantıksızlıklar, nefret ve kışkırtma daha tırmanıyor, bunlar tırmandıkça İsrail ordusunun generalleri orduyu tam bir terör organizasyonuna çeviriyorlardı... Bir müddet sonra yalnız olmadığımı fark ettim... Bizler Allah'a inanıyoruz. Irk ayrımının dinde yeri olmadığını düşünüyoruz, ırk üstünlüğüne inanmak puta inanmak gibidir ve puta tapmak din dışıdır. Böyle bir puta tapanların saptıkları yol en sonunda kendilerini ateşe götürecektir.

Askerlerin Açıklamasından Bir Bölüm



İşgal topraklarında görev yapan biz komandolar ve erlere verilen emirler ve direktiflerin ülkemizi korumakla veya ülkemizin güvenliği ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bunlar tamamen Filistin halkı üzerindeki kontrolümüzü ölümsüz kılmak için verilen emirlerdir. Bizler bu işgalin her iki taraf için de kanlı neticelere sebep olduğunu gördük,

Bizler, bu ülkede büyürken öğrendiğimiz tüm değerlerin işgal altındaki topraklarda görev yaparken verilen emirler ile çeliştiğini fark ettik,

Bizler, işgali devam ettirmenin bedelinin İsrail ordusunun insani değerlerini kaybetmesi ve İsrail toplumunun çöküntüye uğraması olduğunu anladık,

Bizler, bu toprakların İsrail'e ait olmadığını ve yasa dışı yerleşim yerlerinin en sonunda mutlaka boşaltılacağını biliyoruz,

Bizler, bu açıklama ile, yerleşimi sürdürme savaşına katılmayacağımızı deklare ediyoruz,

Bizler, 1967'de belirlenen sınırların ötesinde savaşmayı, işgali, insanları yurtlarından sürmeyi, onları açlığa mahkum edip aşağılamayı reddediyoruz,

Bizler, bu görev dışında İsrail ordusunun vatanımızı savunmak için bize vereceği herhangi bir görevi yerine getireceğimizi bildiriyoruz, ancak işgali ve baskıyı devam ettirmenin bu misyonla hiçbir alakası olmadığını biliyoruz ve bunun bir parçası olmayacağız.


İsrail askerlerinin işgal altındaki topraklarda görev yapmayı reddetmesi Batı basınında da yankı buldu. Pek çok gazete ve dergi İsrail askerlerinin bu çıkışına yer verdi. The Nation dergisi, "Savaş Karşıtı Hareket İsrail'de Büyüyor" başlığı ile bu gelişmeyi ele alırken, Houston Chronicle gazetesi, bu askerlerden birinin sözlerini haberin başlığı olarak verdi: "İsrail Askeri: Ahlakım İşgali Reddediyor."
Askerler seslerini duyurmak için açtıkları internet sitesinde ise samimi Yahudilerin şiddetten ve kinden sakınmaları gerektiği, çünkü Allah'ın bunları yasakladığı üzerinde durmaktadırlar.

BARIŞ YANLISI YAHUDİLER VE MÜSLÜMANLAR EL ELE


İsrail'in Filistin topraklarında açtığı kanunsuz yerleşim bölgeleri sadece Müslümanlar değil, Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından da protesto edilmektedir. Yukarıdaki gösteri de diğerleri gibi İsrail askerlerinin şiddetli müdahalesi sonucunda dağıtılmıştır.

Sadece Filistinli Müslümanlar değil, dünyanın dört bir yanındaki barış yanlısı Yahudiler de İsrail Devleti'nin uygulamalarını eleştirmekte, sık sık protesto gösterileri düzenlemektedirler.
Ghada Karmi: "Ben Filistinli bir Arabım. Kudüs'te doğdum. Filistin benim ana yurdum. Ama oraya dönemiyorum."Yer: İsrail Büyükelçiliği, Londra, 1973
Ellen Siegel: "Ben Amerikalı bir Yahudiyim. Amerika'da doğdum. İsrail benim ana yurdum değil. Ama ben oraya dönebiliyorum."Yer: İsrail Büyükelçiliği, Londra, 1992

Müslümanın Yahudilere Bakışı

İsrail'in Müslümanlara yönelik uyguladığı teröre karşı, her Müslüman doğal ve meşru olarak tepki duyar. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da adaleti ayakta tutmak ve ön yargılı davranmamak gerekmektedir. Her Müslüman, Siyonist Yahudilere karşı çıkarken, masum Yahudilere karşı zulüm yapılmasını, adaletsizce davranılmasını da engellemekle yükümlüdür.

Her türlü ırkçılık gibi antisemitizm de İslam ahlakına aykırıdır. Bir Müslüman din, ırk ve etnik köken ayrımı yapmaksızın, her türlü soykırım, işkence ve zulme karşıdır. Müslüman ne Yahudilere, ne de bir başka millete karşı gerçekleştirilen en ufak bir haksız saldırıyı tasvip etmez, aksine telin eder. Kuran'da, yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar, insanlara zulmedenler, haksız yere cana kıyanlar lanetlenir. Bu nedenle de Siyonizme karşı duyulan haklı tepkinin, hiçbir zaman bir tür 'Yahudi düşmanlığı' haline gelmemesi gereklidir.

Öte yandan antisemitizm gibi diğer ırkçılık örnekleri de (örneğin zenci düşmanlığı vs. gibi) yine İlahi dinlerin dışındaki çeşitli ideoloji ve batıl inanışlardan kaynaklanan sapkınlıklardır. Bunlar Kuran ahlakına tamamen zıt bir düşünce ve toplum modeli savunmaktadırlar. Antisemitizmin kökeninde nefret, şiddet ve acımasızlık hisleri vardır. Oysa Kuran ahlakı, insanlara sevgi, şefkat ve merhameti öğretir. Müslümanlara, düşmanları olan kimselere karşı dahi adil ve gerektiğinde bağışlayıcı olmayı emreder. Bizlere Kuran'da bildirilen bir İlahi hükme göre, "Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur" (Maide Suresi, 32). Dolayısıyla tek bir masum insanın dahi katli, asla küçümsenemeyecek bir suçtur.


Allah, Kuran'da insanların farklı ırklardan yaratılmış olmalarının bir güzellik olduğunu bildirmiştir. Ancak Siyonizm gibi ırkçı ideolojiler farklı ırklardan, dillerden ve dinlerden insanların birarada huzur içinde yaşamalarına engel olmaktadır.
Dünya üzerinde farklı ırkların ve milletlerin bulunmasının amacı bir çatışma ve savaş değildir. Bu çeşitlilik Allah'ın yaratışındaki bir güzellik, kültürel bir zenginliktir. İnsanlar arasındaki fiziksel farklılıkların Allah Katında hiçbir önemi yoktur. İman eden bir insan tek üstünlüğün takva ile, yani Allah korkusu ve Allah'a imandaki üstünlükle olduğunu çok iyi bilir. Allah Hucurat Suresi'nde bu gerçeği şu şekilde bildirir:

Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)

Kuran'da ırklar arasında en ufak bir ayrım yapılmadığı gibi, farklı inançlardaki insanların da aynı toplum yapısı altında barış ve huzur içinde yaşamaları teşvik edilir. Yine Kuran'da bizlere öğretilen temel bir bakış açısı da, insanlar hakkında belirli bir ırk, halk veya dinden oldukları için topluca hüküm vermemektir. Her farklı insan topluluğunun içinde iyiler de kötüler de bulunur. Kuran'da bu ayrıma dikkat çekilir. Örneğin Ehli Kitabın bir kısmının Allah'a ve dine karşı isyankar oldukları anlatıldıktan sonra, bunun istisnası da belirtilir ve şöyle denir:

Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehlinden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir. (Al-i İmran Suresi, 113-115)

Sonuç olarak, Kuran'ın kıstaslarıyla düşünen ve Allah'tan korkup-sakınan biz Müslümanların, Yahudilere karşı, dinleri ve inançları nedeniyle bir husumet beslemeleri mümkün değildir. Dolayısıyla Filistin-İsrail arasındaki çatışma incelenirken de hep bu bakış açısı ile olaylar araştırılmış, Yahudi ulusu veya Yahudi dini değil ırkçı ve kan dökücü bir devlet kurmaya ve sürdürmeye yönelten Siyonist ideoloji hedef alınmıştır.